Türkiye'nin toplumsal ruh hali, son yirmi yılda gözle görülür, rakamlarla ölçülebilir bir dönüşümün sancılarını yaşıyor. Bu dönüşümün en somut ve belki de en endişe verici göstergelerinden biri, eczane raflarında sessizce bekleyen küçük kutularda saklı: antidepresanlar. Bir zamanlar fısıltıyla konuşulan, kullanımı damgalanma korkusuyla gizlenen bu ilaçlar, bugün milyonlarca insanın günlük yaşamının bir parçası haline gelmiş durumda. Yaklaşık yirmi yıl önce yıllık 14 milyon kutu civarında olan tüketimin, günümüzde 65 milyon kutuyu aşan bir seviyeye tırmanması, basit bir istatistiksel artışın çok ötesinde, ülkenin kolektif psikolojisine dair derin bir hikâye anlatıyor. Bu, sadece artan bir ilaç satış grafiği değil; aynı zamanda ekonomik çalkantıların, toplumsal travmaların, değişen yaşam koşullarının ve sağlık sisteminin yapısal dinamiklerinin bireylerin ruhuna yansımasının bir haritasıdır.
Bu makale, Türkiye'nin antidepresan kullanımındaki bu baş döndürücü yükselişi, yalnızca rakamların soğuk yüzüyle değil, o rakamların ardındaki insani, sosyal ve sistemsel nedenlerle birlikte ele almayı amaçlamaktadır. Yıllar içinde katlanarak artan bu kullanımın kronolojik seyrini incelerken, bu artışın demografik fay hatlarını, yani hangi yaş gruplarının, hangi cinsiyetin ve hangi bölgelerin bu yükü daha fazla omuzladığını ortaya koyacağız. Bu sessiz salgının ardındaki karmaşık dinamikleri; ekonomik krizlerin ruh sağlığı üzerindeki aşındırıcı etkisinden COVID-19 pandemisinin tetikleyici rolüne, sağlık sisteminin bireyleri ve hekimleri ilaca yönelten yapısal labirentlerinden psikoterapi gibi alternatiflere erişimdeki engellere kadar çok yönlü bir perspektifle analiz edeceğiz. Bu, Türkiye'nin ruh sağlığı atlasını çıkarmak, rakamların ardındaki insan hikayelerini anlamak ve toplumun kolektif iyilik haline giden yolda karşılaştığı zorlukları ve fırsatları aydınlatmak için kapsamlı bir yolculuktur.
Rakamların Dili: Türkiye'de Antidepresan Kullanımının Yirmi Yıllık Serüveni
Türkiye'nin antidepresanlarla olan ilişkisinin seyrini anlamak için, zaman tünelinde geriye gidip rakamların izini sürmek, bugünkü tablonun ne denli çarpıcı bir değişimin ürünü olduğunu gözler önüne seriyor. Bu, yavaş ama istikrarlı bir şekilde başlayan ve son yıllarda adeta bir çığ gibi büyüyen bir artışın öyküsüdür.
Milenyumun Başlangıcı: İlk Sinyaller
2000'li yılların başı, bugünkü tüketim rakamlarıyla kıyaslandığında oldukça mütevazı bir başlangıca işaret ediyordu. 2003 yılında, Türkiye genelinde tüketilen toplam antidepresan miktarı 14 milyon 240 bin kutu civarındaydı. Bu rakam, o günün koşullarında dahi ruh sağlığı sorunlarının varlığını gösterse de, henüz kitlesel bir tüketimden bahsetmek için erkendi. Ancak bu, yaklaşmakta olan dalganın ilk habercisiydi.
DİKKAT ÇEKEN VERİ: 2003 yılında Türkiye'de toplam antidepresan tüketimi 14.24 milyon kutuydu.
İvmelenme Yılları: 2003-2013 Arası Patlama
Takip eden on yıllık süreç, antidepresan kullanımının adeta vites yükselttiği bir dönem oldu. 2012 yılına gelindiğinde, tüketilen kutu sayısı akıl almaz bir artışla 37 milyon 350 bin adede fırlamıştı. Bu, on yıl gibi kısa bir sürede yüzde 162'lik bir patlama anlamına geliyordu. Bu olağanüstü artış, sadece nüfus artışıyla veya ruhsal hastalıkların yaygınlığındaki bir artışla açıklanamayacak kadar büyüktü. Bu dönem, aynı zamanda sağlık sisteminde yaşanan dönüşümlerin, özellikle Aile Hekimliği sisteminin yaygınlaşmasının ve ruh sağlığı hizmetlerine erişimdeki algısal değişimin de bir yansımasıydı. İnsanlar, ruhsal sıkıntıları için hekime başvurmaya daha istekli hale gelirken, sistem de bu talebe en hızlı ve erişilebilir çözüm olarak ilacı sunmaya başlamıştı.
DİKKAT ÇEKEN VERİ: 2003 ile 2012 arasında antidepresan kullanımı yüzde 162 artarak 37.35 milyon kutuya ulaştı.
Yeni Normal: Yüksek Tüketim Platosu ve Yeni Rekorlar
2013 yılından sonra antidepresan kullanımı, artık kalıcı olarak yüksek bir platoya yerleşti ve bu plato üzerinden tırmanışını sürdürdü. 2013'te 37 milyon 260 bin kutu olan tüketim, küçük ama istikrarlı adımlarla yükselmeye devam etti. 2017'de 48 milyon 230 bin kutuya, 2019'da ise 49 milyon 860 bin kutuya ulaştı. Bu rakamlar, artık antidepresanların toplum sağlığının vazgeçilmez bir parçası haline geldiğini gösteriyordu.
Ancak asıl kırılma, 2020 yılı ve sonrasında yaşandı. Tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 pandemisi ve Türkiye'nin içine girdiği derin ekonomik darboğaz, mevcut durumu daha da alevlendirdi. 2020'de tüketim bir önceki yıla göre yaklaşık 5 milyon kutu artarak 54 milyon 630 bin kutuya sıçradı. Bu artış durmadı; 2021'de 59 milyon 640 bin kutu ile yeni bir eşik aşıldı. Son olarak, 2023 yılı verileri, yaklaşık 65 milyon 450 bin kutu ile yeni bir rekorun kırıldığını gösterdi. Bu, sadece on yıl içinde, 2013'ten 2023'e, antidepresan kullanımının kutu bazında yüzde 75 oranında arttığı anlamına geliyordu.
DİKKAT ÇEKEN VERİ: 2023 yılında antidepresan kullanımı 65.45 milyon kutu ile rekor kırarken, son on yıldaki artış oranı yüzde 75 oldu.
Rakamların Ötesinde: Gerçekte Kaç Kişi Antidepresan Kullanıyor?
Bu devasa kutu sayıları, zaman zaman medyada "Türkiye'nin yarısı antidepresan kullanıyor" gibi yanıltıcı ve abartılı yorumlara neden olabilmektedir. Örneğin, 65 milyon kutu ilacın 85 milyonluk nüfusa oranlanmasıyla 51 milyon gibi gerçek dışı bir kullanıcı sayısına ulaşılabilmektedir. Ancak bu hesaplama, önemli bir detayı gözden kaçırmaktadır: Bir antidepresan tedavisi, genellikle tek bir kutu ile sınırlı değildir. Uzmanlar, tipik bir depresyon tedavisinin etkin sonuç vermesi için ilacın en az altı ay boyunca düzenli kullanılmasını önermektedir. Bu da bir hastanın yıl içinde 6 veya daha fazla kutu ilaç kullanabileceği anlamına gelir.
Daha gerçekçi ve resmi rakamlar, kullanıcı sayısının bu abartılı iddiaların çok altında olduğunu göstermektedir. Örneğin, Sağlık Bakanlığı yetkililerinin geçmiş dönemlerde yaptığı açıklamalarda, son üç yıllık bir periyotta yaklaşık 12.3 milyon kişinin antidepresan kullandığı belirtilmiştir. Daha önceki bir açıklamada ise bu sayının 8 milyon civarında olduğu ifade edilmiştir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü'nün (OECD) verileri ise Türkiye'de her 1000 kişiden yaklaşık 52.5'inin düzenli olarak antidepresan kullandığını ortaya koymaktadır. Bu oran Türkiye nüfusuna uyarlandığında, anlık ve düzenli kullanıcı sayısının 4.5 milyon kişi civarında olduğu tahmin edilebilir.
DİKKAT ÇEKEN VERİ: Gerçek kullanıcı sayısının 8 ila 12 milyon kişi arasında olduğu tahmin edilmektedir. OECD verilerine göre ise anlık kullanıcı sayısı yaklaşık 4.5 milyon kişidir.
Bu farklı veriler, "anlık kullanıcı" ile "belirli bir dönemde en az bir kez kullanmış kişi" arasındaki tanımsal ayrımlardan kaynaklansa da, gerçek kullanıcı kitlesinin 8 ila 12 milyon kişi arasında bir yerde konumlandığı ve 51 milyon gibi rakamların gerçeği yansıtmadığı açıktır. Bu ayrım, toplumda gereksiz bir panik yaratmadan, sorunun gerçek boyutlarını doğru bir zeminde tartışabilmek için hayati önem taşımaktadır.
Toplumun Ruh Hali Haritası: Kimler, Nerede ve Neden Daha Fazla Etkileniyor?
Antidepresan kullanımındaki artış ülke geneline yayılan bir dalga olsa da, bu dalganın vurduğu kıyılar her yerde aynı değil. Toplumun farklı kesimleri, bu ruhsal yükü farklı ağırlıklarda taşıyor. Cinsiyet, yaş ve yaşanılan coğrafya, bu haritanın en belirgin fay hatlarını oluşturuyor ve sorunun kökenlerine dair önemli ipuçları sunuyor.
Cinsiyetin Rolü: Kadınlar Neden İki Kat Daha Fazla Antidepresan Kullanıyor?
Veriler, bu konuda son derece net bir tablo çiziyor: Türkiye'de antidepresan reçetelerinin yaklaşık yüzde 70'i kadınlara yazılıyor. Başka bir deyişle, kadınlar erkeklere kıyasla iki kat daha fazla antidepresan kullanıyor. Bu durum, sadece Türkiye'ye özgü değil, dünya genelinde de gözlemlenen bir eğilim. Peki, bu çarpıcı farkın ardında ne yatıyor? Cevap, biyolojik ve sosyokültürel faktörlerin karmaşık bir etkileşiminde gizli. Bir yandan, hormonal dalgalanmalar gibi biyolojik yatkınlıklar kadınları depresyon ve anksiyete bozukluklarına karşı daha hassas hale getirebiliyor. Ancak madalyonun diğer yüzü, toplumun kadınlara yüklediği rollerle şekilleniyor. Kadınların ruhsal sıkıntılarını ifade etme ve profesyonel yardım arama konusunda erkeklere göre kültürel olarak daha teşvik edilmesi, bu oranın yüksek görünmesindeki etkenlerden biri. Daha da önemlisi, kadınların omuzlarındaki görünmez yükler: ev idaresi, çocuk bakımı, yaşlanan ebeveynlere destek olma, kariyer hedeflerini sürdürme ve tüm bunları yaparken maruz kalınan toplumsal baskı ve cinsiyete dayalı eşitsizlikler... Tüm bu faktörler, kadınların ruh sağlığını sistematik olarak daha fazla yıpratıyor ve onları profesyonel destek aramaya daha fazla itiyor.
DİKKAT ÇEKEN VERİ: Kadınlar, erkeklere oranla iki kat daha fazla antidepresan kullanmaktadır ve reçetelerin yaklaşık yüzde 70'i kadınlara aittir.
Yaşam Döngüsündeki Kriz Anları: Orta Yaş ve İleri Yaş Baskısı
Yaş gruplarına göre dağılım incelendiğinde ise cinsiyetler arasında ilginç bir ayrışma ortaya çıkıyor. Kadınlarda antidepresan kullanımının zirve yaptığı yaş aralığı 36-50 yaş iken, erkeklerde bu zirve 51-65 yaş aralığına kayıyor. Bu farklılık, yaşam döngüsündeki krizlerin ve toplumsal rollerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini adeta bir ayna gibi yansıtıyor.
DİKKAT ÇEKEN VERİ: Kadınlarda kullanımın en yoğun olduğu yaş aralığı 36-50 yaş iken, erkeklerde bu aralık 51-65 yaş olarak öne çıkmaktadır.
Kadınlar için 36-50 yaş arası, genellikle "sandviç nesil" olarak adlandırılan, çoklu sorumlulukların en yoğun yaşandığı bir döneme denk geliyor. Bu dönemde kadınlar, bir yandan çocuklarını yetiştirirken diğer yandan yaşlanan ebeveynlerinin bakımıyla ilgilenmek, aynı zamanda kariyerlerini sürdürmek ve ev idaresini yönetmek gibi birçok rolü aynı anda üstleniyor. Bu çok yönlü ve tükenmez "bakım yükü," kronik stres, tükenmişlik ve kaygı için verimli bir zemin hazırlıyor.
Erkekler için ise 51-65 yaş aralığı, farklı türden varoluşsal krizleri beraberinde getiriyor. Emekliliğin yaklaşması veya gerçekleşmesi, iş kaybı riski, kariyerde bir durağanlık hissiyatı, artan sağlık sorunları ve toplumdaki "evin direği" statüsünün sarsılması gibi faktörler, erkeklerin kimlik algısını ve yaşam doyumunu derinden etkileyebiliyor. Geleneksel erkeklik rollerinin getirdiği "güçlü olma" ve "duygularını belli etmeme" baskısı, bu dönemde yaşanan ruhsal çöküntünün daha sessiz ama daha yıkıcı olmasına neden olabiliyor.
Geleceğin Kaygısı: Çocuk ve Ergenlerdeki Endişe Verici Tırmanış
Belki de bu tablonun en endişe verici ve üzerinde en çok durulması gereken yönü, antidepresan kullanımının giderek daha erken yaşlara inmesidir. Yıllar öncesine ait veriler bile, 0-6 yaş grubundaki binlerce çocuğun antidepresan kullandığını göstererek bu tehlikenin sinyallerini vermişti. Bu durum, çocukluk çağı travmalarının ve ruhsal sorunların ne kadar erken yaşta medikalize edildiğine dair ciddi bir uyarı niteliğindedir.
Son yıllarda, özellikle COVID-19 pandemisinin ardından, bu eğilim daha da belirginleşti. Okulların kapanması, sosyal izolasyon, akran ilişkilerinden kopuş, eğitimdeki belirsizlikler ve artan gelecek kaygısı, çocukların ve gençlerin ruhsal dayanıklılığını temelden sarstı. Anksiyete bozuklukları, majör depresif bozukluk ve dikkat eksikliği gibi tanılarda ve buna bağlı olarak antidepresan reçetelerinde gözle görülür bir artış yaşanıyor. Bu "görünmez kriz," sadece bugünün bir sağlık sorunu değil, aynı zamanda geleceğin yetişkin toplumunun ruhsal sermayesini de tehdit eden stratejik bir meseledir.
Bölgesel Farklılıklar: Büyük Şehirlerin Yükü Daha mı Ağır?
Antidepresan kullanımının illere göre güncel ve detaylı bir haritasını çıkarmak, kamuya açık verilerin kısıtlılığı nedeniyle oldukça zor. Ancak mevcut sınırlı veriler ve uzman gözlemleri, bazı bölgesel farklılıkların varlığına işaret ediyor. Geçmiş yıllarda yapılan bir açıklamaya göre, antidepresanın nüfusa oranla en yoğun kullanıldığı ilin Eskişehir, en az kullanıldığı ilin ise Bilecik olduğu belirtilmişti. Bu veri güncel olmasa da, sosyoekonomik gelişmişlik düzeyi ile ruh sağlığı hizmetlerine erişim arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından önemlidir.
Genel eğilim, büyükşehirlerde, üniversite şehirlerinde ve sosyoekonomik refah seviyesi daha yüksek olan Batı ve İç Anadolu bölgelerinde kullanım oranlarının daha yüksek olduğu yönündedir. Bunun birkaç nedeni olabilir. Bu bölgelerde ruh sağlığına yönelik farkındalık daha yüksek, damgalanma (stigma) daha az ve uzman hekime erişim imkanları daha fazladır. Büyük şehirlerdeki yaşamın getirdiği yoğun stres, rekabet, yalnızlık ve trafik gibi faktörler de ruhsal yıpranmayı artırıcı bir rol oynayabilir. Buna karşın, daha kırsal ve az gelişmiş bölgelerde kullanım oranlarının daha düşük görünmesi, bu bölgelerde insanların daha mutlu olduğu anlamına gelmeyebilir. Bu durum, daha çok damgalanma endişesiyle yardım aramaktan çekinme ve ruh sağlığı hizmetlerine coğrafi ve ekonomik erişimdeki zorluklardan kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle, bölgesel veriler yorumlanırken, rakamların ardındaki bu sosyokültürel dinamikleri göz önünde bulundurmak kritik bir önem taşımaktadır.
Neden Bu Kadar Arttı? Artışın Perde Arkasındaki Güçlü Dinamikler
Türkiye'de antidepresan kullanımındaki tırmanış, tek bir nedene bağlanamayacak kadar karmaşık ve çok katmanlı bir olgudur. Bu artış, birbiriyle iç içe geçmiş ekonomik, toplumsal ve sistemsel faktörlerin birleşiminden doğan bir sonuçtur. Toplumun ruh sağlığını bir denge terazisi olarak düşünürsek, bir kefeye sürekli olarak ağırlık ekleyen stres faktörleri, diğer kefedeki başa çıkma mekanizmalarını ve destek sistemlerini yetersiz bırakmaktadır. Bu dengesizliğin ardındaki üç temel dinamiği anlamak, tablonun bütününü görmemizi sağlayacaktır.
Ekonomik Deprem: Cüzdan Boşaldıkça Ruh Sağlığı Sarsılıyor
Toplumun ruh sağlığı ile ekonomik refahı arasında kopmaz bir bağ vardır. Son yıllarda Türkiye'nin deneyimlediği kronik yüksek enflasyon, durdurulamayan hayat pahalılığı, artan işsizlik ve derinleşen ekonomik belirsizlik, vatandaşların ruh sağlığı üzerinde adeta bir deprem etkisi yaratmaktadır. "Mutfakta tencere kaynamıyor, faturalar ödenemiyor, halkın sinirleri bozuluyor" gibi ifadeler, bu ekonomik gerilimin gündelik hayattaki somut ve acı yansımasıdır.
Ekonomik kriz, sadece maddi bir yoksunluk hali değildir; aynı zamanda bireylerin kontrol hissini, gelecek umudunu ve özsaygısını aşındıran güçlü bir psikolojik stresördür. Temel ihtiyaçları karşılayamama endişesi, birikim yapamama, borç sarmalına girme ve gelecek planı kuramama hali, sürekli bir kaygı ve umutsuzluk durumuna yol açar. Bu durum, anksiyete bozuklukları ve depresyon gibi rahatsızlıkların en bilinen tetikleyicilerindendir. Ekonominin kötü gidişatının boşanma oranlarını artırması gibi dolaylı sosyal etkiler de aile içi huzuru bozarak bireysel ruhsal çöküntüyü derinleştirmektedir. Bu bağlamda, antidepresan kullanımı, bireylerin bu sistematik ve kontrol edemedikleri ekonomik baskıyla başa çıkmak için bulabildikleri en hızlı ve en erişilebilir "çare" haline gelmektedir. Ekonomik istikrarsızlık, toplumsal ruh sağlığını temelden aşındırmakta ve bu aşınmanın semptomatik tedavisi olarak ilaç kullanımı kaçınılmaz bir şekilde yaygınlaşmaktadır.
Pandeminin Gölgesi: Küresel Salgın Nasıl Bir Hızlandırıcı Oldu?
Zaten var olan ve toplumu yoran sosyoekonomik stres faktörlerinin üzerine gelen COVID-19 pandemisi, ruh sağlığı sorunları için adeta bir "yangın hızlandırıcı" görevi gördü. Salgın, daha önce benzeri görülmemiş bir dizi yeni stres kaynağını hayatımıza soktu: ölüm korkusu, sevdiklerimizi kaybetme endişesi, sosyal izolasyonun getirdiği yalnızlık, karantinalar, iş ve eğitim rutinlerinin altüst olması ve geleceğe dair belirsizliğin katmerlenmesi.
Türkiye'de yapılan ulusal çapta bir araştırma olan PANDUTI-TR, bu etkinin somut verilerini ortaya koymuştur. Araştırmaya göre, pandemi kısıtlamaları döneminde ve hatta kısıtlamalar sona erdikten sonraki dönemde bile antidepresan ve anksiyolitik (kaygı giderici) ilaçların tüketiminde istatistiksel olarak anlamlı ve kalıcı bir artış yaşanmıştır.
DİKKAT ÇEKEN VERİ: Pandemi sonrası antidepresan tüketimi, kısıtlamalar öncesi döneme göre yüzde 26 artarak kalıcı bir yükseliş göstermiştir.
Bu bulgu, pandeminin ruh sağlığı üzerindeki etkilerinin geçici bir şok dalgası olmadığını, toplumsal ruh halinde kalıcı bir iz bıraktığını göstermektedir.
Uzmanlar, özellikle COVID-19 hastalığını bizzat geçiren bireylerde, enfeksiyon sonrası ilk altı ay içinde kaygı, uyku bozuklukları ve bellek sorunları gibi ruhsal şikayetlerin görülme sıklığının arttığına dikkat çekmektedir. Eve kapanmalar, uzaktan eğitim sürecinin zorlukları ve sosyal destek mekanizmalarının zayıflaması, bireylerin psikolojik dayanıklılığını ciddi şekilde test etmiştir. Bu süreçte, özellikle yaşlılar ve gençler gibi daha hassas gruplar, bu olumsuz etkileri daha derinden hissetmiş, bu durum da ilaç tedavisine olan talebi artırmıştır.
Sistemin Labirentleri: İlaç Neden En Kolay Çıkış Kapısı?
Antidepresan kullanımındaki artışın bir diğer kritik boyutu, Türkiye'deki ruh sağlığı hizmetlerinin yapısal özelliklerinden ve tedaviye erişimdeki ciddi dengesizliklerden kaynaklanmaktadır. Mevcut sistem, hem hastaları hem de hekimleri, dolaylı yollardan da olsa, farmakoterapiye, yani ilaç tedavisine yönlendiren bir yapıya sahiptir.
Bu yönelimin en çarpıcı kanıtı, antidepresanları reçete eden hekimlerin branş dağılımındaki değişimdir. Yaklaşık on beş yıl önce, 2007'de, antidepresan reçetelerinin yüzde 37'si ruh sağlığı uzmanı olan psikiyatristler tarafından yazılırken, yüzde 33'ü aile hekimleri ve pratisyen hekimler tarafından yazılıyordu. Sadece beş yıl sonra, 2012'de bu oranlar dramatik bir şekilde tersine döndü. Aile hekimlerinin yazdığı reçetelerin payı yüzde 48'e fırlarken, psikiyatristlerin payı yüzde 31'e geriledi.
DİKKAT ÇEKEN VERİ: 2012 yılı itibarıyla antidepresan reçetelerinin yüzde 48'i aile hekimleri tarafından yazılırken, psikiyatristlerin payı yüzde 31'e gerilemiştir. Bu, ruh sağlığı hizmetlerinin fiili olarak birinci basamağa kaydığını göstermektedir.
Bu sistemsel yönelimin arkasında yatan birkaç temel neden vardır. Birincisi, erişim ve maliyet sorunlarıdır. Türkiye'de psikiyatrist ve psikolog sayısı nüfusa oranla yetersizdir. Kamu hastanelerinden bir psikiyatri randevu alabilmek, çoğu zaman haftalar, hatta aylar süren bekleme listeleriyle mücadele etmeyi gerektirir. Psikoterapi gibi konuşmaya dayalı tedavi hizmetleri ise Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından çok sınırlı bir şekilde karşılanmakta, özel sektörde ise seans ücretleri birçok vatandaşın bütçesini aşmaktadır. Buna karşın, antidepresan ilaçların büyük bir kısmı SGK geri ödeme kapsamında olduğu için hastalar için hem çok daha ucuz hem de çok daha erişilebilir bir seçenektir.
İkincisi, birinci basamaktaki zaman kısıtlılığıdır. Aile hekimleri, yoğun iş yükleri ve hasta başına düşen birkaç dakikalık muayene süreleri nedeniyle, ruhsal sıkıntılarını dile getiren bir hastaya derinlemesine bir değerlendirme yapmak, altta yatan nedenleri araştırmak veya terapiye yönlendirmek için yeterli zamana sahip olamayabilir. Bu koşullar altında, en pratik, en hızlı ve hastayı o an için rahatlatacak çözüm olarak ilaç reçete etme eğilimi artmaktadır.
Bu yapısal faktörler, bazı uzmanların antidepresan kullanımının önemli bir kısmının "gereksiz" veya "uygunsuz" olabileceği yönündeki endişelerini de beraberinde getirmektedir. Hafif veya orta düzeydeki yaşam zorlukları, geçici stres durumları veya yas süreçleri gibi, yaşam tarzı değişiklikleri, sosyal destek veya kısa süreli danışmanlıklarla aşılabilecek durumlarda dahi doğrudan ilaca başvurulması, ruhsal sorunların altında yatan kök nedenlerin göz ardı edilmesine ve toplumda her türlü sıkıntının tıbbi bir sorun olarak görüldüğü bir "medikalizasyon" kültürünün yerleşmesine yol açabilmektedir.
Küresel Perspektif: Türkiye Antidepresan Kullanımında Dünyanın Neresinde?
Türkiye'deki antidepresan kullanım artışını doğru bir bağlama oturtmak ve bu durumun küresel bir trendin parçası mı, yoksa kendine özgü bir anomali mi olduğunu anlamak için uluslararası verilerle bir karşılaştırma yapmak zorunludur. Özellikle Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleriyle yapılan kıyaslamalar, Türkiye'nin bu alandaki konumunu netleştirmektedir.
Uluslararası karşılaştırmalarda adil ve standart bir ölçüt kullanmak için, ilaç tüketimi "1000 kişi başına düşen günlük tanımlanmış doz" (Defined Daily Dose - DDD) birimiyle ölçülür. Bu metrik, farklı ülkelerdeki ilaç tüketim seviyelerini nüfus ve dozaj farklılıklarını ortadan kaldırarak karşılaştırma imkanı sunar.
OECD'nin en güncel verilerine göre, Türkiye'nin antidepresan tüketimi 1000 kişi başına günlük 52.5 doz seviyesindedir. Bu oran, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir, çünkü Türkiye bu oranla OECD ülkeleri arasında antidepresan kullanımının en yüksek olduğu ülkelerin oldukça gerisindedir. Örneğin, bu alanda zirvede yer alan İzlanda'da aynı oran 157 dozdur. Onu takip eden Birleşik Krallık'ta 138, Kanada'da 134 ve İsveç'te 115 doz gibi çok daha yüksek rakamlar görülmektedir.
DİKKAT ÇEKEN VERİ: Türkiye, 1000 kişi başına 52.5 dozluk tüketim oranıyla OECD ortalamasının altında yer almaktadır. Bu oran İzlanda'da 157, Kanada'da ise 134 dozdur.
Bu veriler ışığında Türkiye, OECD içinde "OECD ortalamasının altında tüketime sahip ülkeler" kategorisinde yer almaktadır. Bu durum, Türkiye'de antidepresan kullanımının henüz Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'daki doygunluk seviyesine ulaşmadığını, yani artış potansiyelinin hala devam ettiğini göstermektedir.
Ancak bu tablodaki asıl hikaye, mutlak tüketim seviyelerinden ziyade, "değişim hızında" gizlidir. Türkiye'nin antidepresan kullanımındaki artış ivmesi, pek çok OECD ülkesinden çok daha yüksektir. Bu durumu, "düşük başlangıç, yüksek ivme" paradoksu olarak adlandırabiliriz. Türkiye, Batı toplumlarının on yıllara yayarak yaşadığı ruh sağlığı hizmetlerinin farmakolojikleşmesi ve medikalizasyonu sürecini, çok daha kısa bir zaman dilimine sıkıştırılmış bir şekilde, adeta hızlandırılmış bir film şeridi gibi deneyimlemektedir. Bu hızlı "yakalama" (catch-up) süreci, sağlık sisteminin ve toplumun bu köklü değişime adapte olma kapasitesini zorlamakta, bu da uygunsuz kullanım, bilinçsiz tüketim ve tedaviye uyum sorunları gibi riskleri beraberinde getirmektedir.
Harcama verileri de bu durumu farklı bir açıdan teyit etmektedir. Türkiye, 2020 yılında antidepresan ilaçlara toplamda 139 milyon dolar harcayarak Avrupa'da en çok harcama yapan dördüncü ülke konumundadır. Ancak bu rakam, 812 milyon dolar harcayan Almanya veya 649 milyon dolar harcayan İspanya gibi ülkelerin devasa bütçelerinin oldukça altındadır. Daha da çarpıcı olan ise kişi başına düşen harcama miktarıdır. Türkiye'de kişi başına düşen antidepresan harcaması sadece 1.7 dolar iken, bu rakam Kanada'da 27.2 dolara kadar çıkmaktadır.
DİKKAT ÇEKEN VERİ: Kişi başına düşen antidepresan harcaması Türkiye'de sadece 1.7 dolar iken, bu rakam Kanada'da 27.2 dolardır.
Bu büyük fark, hem Türkiye'deki ilaç fiyatlandırma politikaları ve geri ödeme koşullarından hem de tüketim seviyesinin henüz bu ülkelerdeki kadar yüksek olmamasından kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak, uluslararası veriler bize iki önemli şey söylemektedir: Birincisi, Türkiye antidepresan tüketiminde henüz zirveye ulaşmamıştır ve artış trendinin devam etmesi muhtemeldir. İkincisi, bu artışın hızı, dünyanın en yüksekleri arasındadır. Bu durum, ruh sağlığı alanında sadece tedavi edici değil, aynı zamanda önleyici politikalara, bütüncül yaklaşımlara ve farmakolojik olmayan alternatiflere yatırım yapmanın ne kadar acil ve stratejik bir öneme sahip olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Reçetenin Ötesine Bakmak ve Toplumsal İyileşme İçin Yeni Bir Yol Haritası
Bu makalede ortaya konan veriler ve analizler, Türkiye'nin son yirmi yılda antidepresan kullanımı konusunda endişe verici bir yola girdiğini net bir şekilde göstermektedir. 14 milyon kutudan 65 milyon kutuya uzanan bu yolculuk, sadece bir ilaç tüketim istatistiği değil, aynı zamanda ülkenin sosyoekonomik ve sağlık politikalarının bir yansıması, toplumun kolektif ruh halinin bir karnesidir. Bu karmaşık ve çok katmanlı soruna verilecek yanıt da tek boyutlu olamaz; reçetenin ötesine geçerek sorunun kökenlerine inen ve bireylerin ruhsal dayanıklılığını artıran bütüncül bir yaklaşım gerekmektedir.
Artışın ardındaki nedenler, birbiriyle etkileşen bir ağ oluşturmaktadır. Kronikleşen ekonomik kriz, hayat pahalılığı ve gelecek kaygısı, bu ağın temelini oluşturan ve ruhsal sıkıntıları tetikleyen ana unsurlardır. COVID-19 pandemisi, bu zaten gergin olan zemini daha da kırılgan hale getirerek bir hızlandırıcı rolü oynamıştır. Eş zamanlı olarak, sağlık sisteminin yapısal olarak ilaca yönelmesi, psikoterapi gibi etkili alternatiflere erişimdeki coğrafi ve ekonomik engeller ve birinci basamak sağlık hizmetlerinde reçetelemenin yaygınlaşması, ilaç kullanımını artıran sistemsel faktörler olarak öne çıkmaktadır. Kadınlar, orta yaş ve üzeri erkekler ile özellikle gençler, bu tablodaki en savunmasız risk gruplarını oluşturmaktadır.
Bu karmaşık tabloya karşı geliştirilecek çözümler, sadece ilaç kullanımını kısıtlamaya odaklanmamalı, aksine bireylere ve topluma daha sağlıklı başa çıkma mekanizmaları sunmalıdır. İlk adım, ruh sağlığı hizmetlerine erişimi kökten güçlendirmektir. Kamu hastanelerinde ve toplum ruh sağlığı merkezlerinde psikolog ve psikiyatrist kadroları acilen artırılmalı, uzun randevu bekleme süreleri kısaltılmalıdır. İkinci olarak, psikoterapi lüks olmaktan çıkarılıp bir hak olarak görülmelidir. SGK'nın geri ödeme kapsamına daha fazla sayıda ve türde psikoterapi seansının dahil edilmesi, hem hastaların tedavi seçeneklerini artıracak hem de sistemin ilaca olan tek yönlü bağımlılığını azaltacaktır.
Üçüncü olarak, ruh sağlığı sorunları için ilk başvuru noktası haline gelen aile hekimleri desteklenmelidir. Onlara yönelik ruhsal bozuklukların tanısı, yönetimi ve farmakolojik olmayan müdahaleler konularında sürekli mesleki eğitim programları düzenlenmelidir. Dördüncü ve belki de en önemlisi, tedavi etmekten çok önlemeye odaklanan bir anlayış benimsenmelidir. Okullarda, iş yerlerinde ve toplum merkezlerinde ruh sağlığı okuryazarlığını artıracak, stresle başa çıkma becerilerini geliştirecek ve damgalamayla mücadele edecek programlar yaygınlaştırılmalıdır.
Son olarak, unutulmamalıdır ki ruh sağlığı, sadece bir sağlık meselesi değildir. Ekonomik istikrarı sağlayan, sosyal adaleti güçlendiren, işsizliği azaltan ve vatandaşlara gelecek güvencesi sunan makro düzeydeki politikalar, en etkili ve en temel "koruyucu ruh sağlığı" müdahaleleridir. Toplumun ruhsal refahı, ekonomik ve sosyal refahından ayrı düşünülemez. Türkiye'nin antidepresan haritası, bize sadece bir sağlık krizini değil, aynı zamanda daha adil, daha destekleyici ve daha dayanıklı bir toplum inşa etme sorumluluğunu da hatırlatmaktadır. İyileşme, sadece bireysel bir çaba değil, aynı zamanda kolektif bir irade ve eylem gerektirir.